Bir ayı aşkın bir süredir, Fenerbahçe ve diğer takımlara transferinde adı geçen futbolcular neredeyse dünya futbolunun yarısı. Bunların yüzde 99’unun palavra olduğunu, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi biliyordum. Bir gazetenin spor sayfası yöneticisine, "Ne haber, neler yapıyorsunuz?" diye sordum; "Ne yapalım abi, oturduğumuz yerden sallıyoruz. Sayfayı doldurmak için her gün bir takıma transfer yapıyoruz" dedi.
Bizim spor basının ciddiyeti tartışmalıdır. Onun için herşey netleşip, yerli yerine otursun diye bekledim. Zico ile birlikte kalemi elimize almanın vakti geldi.
Bu köşeyi izleyenler, istikrar namına ve futbol bilgisine güvenimden ötürü Christoph Daum’u desteklediğimi bilirler. Ama Daum gitmeliydi. Ve, gitti.
Aslında başarılıydı. Bir takımı üç yılda iki kez şampiyon yap, üçüncü yılında tarihe geçecek bir mucize, bir yol kazası ile son maçta ikinciliğe oturt; iki kez kupa finali oynat; Avrupa kupalarında takımın bugüne dek elde ettiği en yüksek puanı tuttur; buna "başarılı" denir.
Ancak, Fenerbahçe’de çıta yüksek, hedefler ihtiraslı. Nasıl bir ordunun savaş kazanan komutanına madalya takılır, rütbesi yükseltilir ise, savaş kaybettiğinde de rütbeleri sökülür, kellesi alınırsa; Daum, son maçta terkedilen şampiyonluğun bir numaralı sorumlusu olmak zorundaydı ve 100. yılında Fenerbahçe, camia olarak, Daum’u taşıyamazdı. Gitmesi doğru olmuştur.
Peki, yerine Zico’nun gelmesi doğru mu olmuştur?
Benim tercihim, birçokları gibi Luiz Felipe Scolari idi ama bilmediğimiz ve tahmin etmediğimiz bir dizi nedenden ötürü olmadı. Parreira ise –Allah bilir ya- hiç istememiştim. Parreira’nın defansif ağırlıklı, garantici futbolundan hiç zevk almam. Fenerbahçe’yi şampiyon yaptığı yıl, Trabzon’da tüm oyunda yüz kızartıcı biçimde mahkum oynadıktan sonra alınan mucizevi 2-1’le son üç hafta herşey değişmişti. Yoksa, yıl boyu kurdeşen döktüğümüzü unutmadım. Brezilya’yı şampiyon yaptığı 1994 Dünya Kupası’nda o şampiyonluğun penaltı vuruşlarıyla geldiğini, Roberto Baggio’nun tarihe geçen penaltı kaçırması sayesinde olduğunu da unutmayalım. Ayrıca, bütün zamanların en iyi, en zengin Brezilya takımının bu dünya kupasında ne olduğunu gördük.
Peki, Zico?
Henüz büyük bir soru işareti. Futbolculuk kariyeri muhteşemdi. "Beyaz Pele" unvanı verilen başka bir oyuncu yok. Defalarca Güney Amerika ve ayrıca dünyada "Yılın Oyuncusu" seçilen, ülkesinde Spor Bakanlığı yapmış, 1998 Dünya Kupası finalisti Brezilya’nın teknik koordinatörlüğünde bulunmuş, Japonya’da heykeli dikilmiş, Japonya milli takımını dört yılda üç kez Asya şampiyonluğuna ve Dünya Kupası finallerine taşımış bir futbol adamı.
Kulüp tecrübesi pek yok ama "Avrupa’da bir büyük kulüp çalıştırmak istediği" biliniyordu ve Fenerbahçe’ye hem de 100. yılında gelmesi onun için de büyük bir "challenge", önemli bir iddia.
Futbol anlayışı beni ilgilendiriyor. Tam da bu noktada içim rahat. Çünkü, Zico, teknik direktör olarak, tıpkı kendi futbolculuk kariyeri hücuma dönük son derece golcü bir orta saha oyuncusunun anlayışına sahip. Güzel futbol ve bunun için hücum düşünüyor.
Futbolcu olarak üç kez katıldığı (1978, 1982, 1986) dünya kupalarının ilkinde, Brezilya’nın efsanevi antrenör ismi olan Coutinho ile, o defansif futbola ağırlık verdiği için ters düşecek kadar hücum anlayışı taşıyor.
Zico’nun, teknik adam olarak en temel özelliklerinin başında, oyuncularına saha içinde yetenekleri alabildiğine sergilemeleri için özgürlük tanıması geliyor. Kısa pas trafiğine dayanan Brezilya tipi futbolu benimsiyor. Sistem tercihi 4-4-2 ama 3-5-2’ye derhal dönme esnekliği taşıyor.
Bir teknik direktöre takımınızı emanet ediyorsanız, takımı onun futbol felsefesine bırakıyorsunuz demektir. Zico, bütün bu özellikleriyle, Fenerbahçe’nin tekniğin ön planda olduğu, yıldız oyuncuların kendisini göstermesine dayalı "futbol geleneği" açısından pekala uygun bir tercih olarak görünüyor. Onun kumandasındaki Fenerbahçe’de "tek santrforlu" oyun düzeni tarihe karışacağa benziyor.
Onun kumandasındaki Fenerbahçe’de Alex ve Tümer birlikte oynar mı tartışması olmaz. Kendisi, nasıl Tostao ile aynı takımda oynadıysa, Alex ve Tümer birlikte oynar. Tuncay, bugüne kadar elde edemediği oyun için özgürlüğünü edinebilir.
Nobre’nin gitmiş olmasına –açık söyleyeyim, kendisine hizmetleri ve katkısı nedeniyle şükran borcumu unutmadan- hiç üzülmedim. Dripling yapamayan, pas alıp veremeyen kazma santrfor tipi bana iyi görünmüyordu. Fenerbahçe’de Anelka varken, hücumcu ihtiyacı olmamalı. Nasıl Lorant, Ortega’yı harcadı ve oynatamadıysa, Daum’un da Anelka’yı iyi kullanamadığı kanısındayım. Zico ile birlikte –kimbilir- Anelka da futbol kişiliğine geri dönebilir. "Tek santrfor" dönemi tarihe karışacağı için, Anelka istediği futbol ortamını –eğer gönderilmeyecekse- bulabilir. Göreceğiz.
Beni asıl düşündüren, Yunanistan’ın "anti-futbol" ile sürpriz şampiyon olduğu Euro 2004’teki trendin 2006 Dünya Kupası’yla devam etmesi. Her takım, defans harikaları yaratıyor ve müthiş mekanik, sıkıcı bir futbol izledik. Bol gollü bir maç hatırlıyor musunuz? En babayiğiti, 2-2’lik İngiltere-İsveç idi.
Demek istediğim, uluslararası futbol trendi böyle olursa, Zico’nun Fenerbahçe’ye oynatacağı futbolun ne kadar uluslararası alanda geçerli olabileceğinin tartışılacak olması.
Ama, Zico’nun futbol felsefesi ile Fenerbahçe’nin futbol geleneğinin örtüştüğü kesin. Tarafların bir de kimyaları uyuşursa, ortaya tadından doyulmaz bir Fenerbahçe çıkar.
Biz, Fenerbahçeliyiz. Bundan böyle desteğimiz, yeni teknik direktörümüze; "Beyaz Pele" adındaki futbol efsanesine.
Efsaneler buluştu. Hayırlı olsun.
superFB mobil uygulamasıyla spor haberlerine herkesten önce ulaşmak için tıklayın