Böyle bitiyor Jeffrey Archer’ın ünlü romanı Dördüncü Güç. Dünya basınını yönlendiren iki medya patronu Maxwell ve Murdoch’ın yaşam öykülerini, takma isimlerle ama tamamen gerçeklere dayanarak, kaleme almış İngiliz yazar.
Kitabı okurken, insanoğlunun en büyük hırslarından birisiyle tanışıyorsunuz: Güç... Güç sahibi olmak için, en yakınlarını bile ezen, acımasızlığın en üst boyutlarına erişen ve hedefleri hiç bitmeyen, sadece dünya basınını değil, tüm dünya politikasını da yönlendiren insanları yakından tanıyorsunuz.
Gücün ne kadar şehvetli, ne kadar değerli, ne kadar cazibeli, ama aynı zamanda ne kadar insanları kontrolden çıkaran ve ne kadar tehlikeli birşey olduğunu öğreniyorsunuz. Onun uğrunda, en yakın arkadaşlarına, ailesine, sevdiği kişilere yalan söylemekten kaçınmayan kişilerin sürekli, “zirvede“ olması karşısında dürüstlük duygunuzla bir savaş yaşıyorsunuz...Ve kendi kendinize soruyorsunuz: Güç, gözünü kırpmadan uğrunda yalan söylemeye değecek kadar önemli mi? Ya da dürüstlükle o güce ulaşmak mümkün değil mi?
Aralık 98’de Yeni Yüzyıl’dan Sabah Gazetesi’ne geçtim... Büşah Gencer spor müdürü, Meriç Tunca yardımcısıydı. Serhat Ulueren de istihbarat şefiydi... Birlikte 3 ay çalıştık. Ardından bu 3 gazeteci Star Grubu’na transfer oldu, ben Sabah’ta kaldım...
Aradan 3.5 yıl geçti... Geçen pazar gecesi Serhat Ulueren’in müdürlüğünü yaptığı Star Spor’un Telegol adlı programında benim de adımın geçtiği bir olay yaşandı. Sırrı Alkan adlı şahıs benimle, Oğuz Çetin’le, Ogün’le, Abdullah’la, Aziz Yıldırım’la ilgili çeşitli açıklamalar yaptı. Serhat da küfür içeren sözler dahil hepsinin yayınına izin verdi...
Salı günü top Star gazetesi’ne geçti. Gazetenin spor müdürü Meriç Tunca... Kendisi bir yazı yazmış... Aziz Yıldırım’ın gazetecilere menfaat sağladığını iddia etmiş. Ziya Şengül’ün başkana yaptığı bir “arabayla” ilgili espriyi de manşetine taşımış... Aynı gazetenin yazarlarından Hayri Hiçler “Ortada Passat’lar dolaşıyor. Bir Tanrının kulu da çıkıp almadım demiyor” diye yazmış... Galiba Telegol’e yaptığım telefon bağlantısını izlememiş ve sormak gereği duymamıştı...
Top çarşamba günü yayın hayatına başlayan Habertürk’teydi... Spor Müdürü Büşah Gencer ana sayfadaki duvar yazısına “Spor Müdürünü söyle sana arabasını söyleyeyim” demiş...
Bir Japon atasözü “Yalan atla gider... Gerçek ise yürür, fakat yine de tam zamanında yetişir” der. Ben de hafta boyunca iddiaları izledim... Programdaki telefon bağlantısından itibaren, “Kesinlikle bu olayların seninle ilgisi yok” diyenler de dahil çoğu kişinin olan biten karşısında benim sessiz kalışımı başka şeylere yorumladıklarını gördüm...
Büşah Gencer, Serhat Ulueren ve Meriç Tunca hakkında fazla yorum yapmak istemiyorum... Onlarla yollarımız 3 yıl önce ayrıldı ve ben yürümeyi tercih ettim...
Şu anda Türk sporuna yön veren insanlardan biriyim... Yani bir gücün sahibiyim... Bir koltukta oturuyorum... Ama o güç beni kontrol etmiyor, ben o gücü kontrol ediyorum... Benim o koltukta oturmak için başkaları gibi vazgeçebileceğim insani hiçbir değerim yok. Onur, şeref ve soyadım için de kimsenin söz hakkı yok...
Ülkem için bir mücadele veriyorum kendimce... Dürüstlerin, en az dürüst olmayanlar kadar cesur olması gerektiğini göstermeye çalışıyorum. Bu da yaşamlarını “her ne pahasına olursa olsun kazanmak” üzerine kuranları korkutuyor... Onlara kızmıyorum, teşekkür ediyorum... Dostumu düşmanımı görme fırsatını bana tanıdıkları için...
Türkiye’de birçok sorun var... Ve bu sorunların temelinde hep aynı şey yatıyor: Güç, para ve koltuk uğruna, gözünü kırpmadan, en yakınına dahi, canlı yayında bile, gülümseyerek yalan söyleyebilmek...
“Şeref limansız bir adaya benzer. Bir kez terkedersen asla geri dönemezsin” demiş yıllar önce Boure... Güç, koltuk, para, şöhret için o adayı terkedenlere, saçma sapan sözlerle kişileri karalayanları kastetmiş herhalde...